Bu yazı 15 Nisan 2012 tarihli Star Gazetesi’nde yayınlanmıştır.
Suriye’de krizin nasıl çözüleceği Türkiye’nin en önemli milli güvenlik meselelerinden birisi hâline geldi. Suriye meselesinin ulusal bir sorun olmaktan hızla çıkarak, önce bölgesel ardından da Rusya ve Çin’in BMGK’daki tavırlarıyla küresel bir sorun haline gelişine tanık olduk. Dahası Suriye’de yaşananların İran’ın bölgesel politikalarıyla ve nükleer programıyla doğrudan ilişkili olması meseleyi daha da çetrefilli hale getiriyor. Tam da bu şartlar altında gündeme gelen Annan Planı, ateşkes ya da uzlaşı için yeni bir umut oluşturdu. Ancak buradaki kritik konulardan biri, Suriye’yi masada kalması için ikna edilebilecek mekanizmaların neler olduğudur? Şu anda nerede olduğumuza hızlıca bakacak olursak: Suriye’de bir yıldan fazla bir süredir devam eden bir iç savaş; yönetici elit arası içi çatışmalar ya da darbe dışında kolaylıkla yıkılamayacak bir yönetim; pes etmeye niyeti olmayan, silahlı unsurları da içinde barındıran yaygın ancak dağınık bir muhalefet; mali açıdan ülkeyi uzun süre tek parça halinde yönetme imkanı kalmayan, ancak işler kontrolden çıktığında iç savaşı uzun yıllar sürdürebilecek kadar mali güce sahip bir yönetim; çatışmanın bir an önce bitmesini isteyen ya da iç savaşın artarak devamını isteyen komşular; kriz vesilesiyle bölgede kaybettiği zemini kazanmaya çalışan ve krizi fırsata çevirmeye çalışan küresel güçler; bölgesel politikalarını mezhepçiliğe bağlayan ve vekalet savaşları yürüten bölgesel güçler. Hiç de iç açıcı olmayan bu tablonun bize gösterdiği şey beklenmedik güçlü bir değişiklik (suikast, darbe ya da askeri müdahale) olmadığı takdirde, durumun beraberlik olduğudur. Bir başka deyişle hiçbir tarafın diğerine kolay kolay galebe çalamayacağı bir kriz.
Taraflar durum kontrolü yapacaklar
Beraberlik durumu, yarattığı güvensizlikler, yerinden oynattığı taşlar, yeniden ortaya çıkan husumetler, yeni ortaya çıkan husumetlerle devam edegelen bir kriz olarak bölgeyi daha da istikrarsızlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. İşte Annan Planı tam da bu noktada şans verilen bir proje. Futbol terimini kullanacak olursa Annan Planı’na bir nihai çözüm teklifi gibi değil, maçın ortasında etrafa bakmak için “topa basmak” gibi bakmak gerekir. Zira tarafların neredeyse tamamının gönülsüz de olsa rızasını almış olan bu plan, eldeki tek somut uzlaşma platformu şu an için. Suriye Halkının Dostları’nı (SHD) da biraz bu çerçevede görmek gerekir. Zira bu grubun oluşmasını Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ile beraber düşünmek gerekir. SUK, Suriye’de yönetim karşıtı muhalefeti toparlamak için çeşitli kesimlerin temsil edildiği bir platform olarak ortaya çıktı. Bu platformun etkili olması için 4 önemli şey gerekiyordu: Siyasi irade, mali güç, silahlı direniş kapasitesi ve uluslararası meşruiyet. Bu anlamda SUK öncelikle bir siyasi irade oluşturdu. Ardından halen Hür Suriye Ordusu (HSO) olarak bilinen dağınık mahalli direniş gruplarını tek bir siyasi irade altında toplama çabası ortaya çıktı. En son yapılan SHD toplantısında da uluslararası meşruiyet oluşturuldu. Uluslararası platformlarda Suriye devlet olarak temsil ediliyorken, artık SUK da muhatap olarak siyasi bir bünye olarak ortaya çıktı. İşte Annan Planı ile beraber ele aldığımızda SUK, Suriye yönetimi ile müzakere eden siyasi muhatap, SHD ise, SUK’a uluslararası desteği gösteren ve Annan Planı’nı muhalefet adına takip eden bir koalisyon olarak denge gücü oluşturdu.
Nükleer zirvenin sonucu önemli
Şu an itibariyle Suriye konusunda tartışılan senaryoların hiçbirini kısa sürede sonuç vermeyeceği bilindiğinden tüm taraflar ehveni şer ihtimallerine yoğunlaşmaya çalışıyor. Ancak çatışmaların başladığı günden itibaren bakarsak, olayın aktörlerin hem pozisyonlarının hem de işlevlerinin zamanla değiştiği görülür. Türkiye çatışmaların ilk aylarında Suriye’ye bu işten ‘onurlu çıkış’ için gereken tüm yardımları teklif etmesine rağmen, özellikle 2011 Ramazan ayından başlamak üzere barışçıl uzlaşma ümitlerini neredeyse tamamen kaybederek daha zorlayıcı diplomasi tedbirlerini öne çıkaran bir ülke haline geldi. Ancak halen bu stratejinin kökeni mezhep çatışmasına ve iç savaşa varmadan sorunu çözebilme imkanlarını canlı tutmak. Bu açıdan Türkiye bir yandan Suudi Arabistan’ı belli bir noktada tutmaya çalışırken, bir yandan da İran’ı dengelemeye çalışıyor. İran daha ilk günden beri çatışmanın kendisini hedef aldığını düşündüğünden Suriye yönetimine açık çek verdi. Suriye’nin uzlaşma masasına oturmamasının nedenlerinden biri de İran’ın bu tavrı. Ancak İran’ın Suriye yönetimine yardımı sınırsız değil. Nükleer müzakerelerde uluslararası alanda sıkışan, giderek kendisini saldırı tehdidi altında hisseden İran, bu baskı nedeniyle Suriye konusunda belli düzeylerde pazarlık yapmak zorunda kalarak Suriye’yi çözüm konusunda sıkıştırabilir. Annan Planı’nın nükleer müzakerelerde gelişme olacağı netleştiği sıralarda ortaya çıkması, İran’ın Suriye konusunda daha yapıcı bir çizgiye gelebileceğini gösteriyor. 14 Nisan’da yapılan İstanbul’daki nükleer görüşmelerin sonucu, hem Suriye konusunun nereye gideceğini hem de İran’ın yeni tavrını şekillendirecektir. İran nükleer müzakerelerde olumlu bir rol oynar ve uzlaşma yakınlaşırsa, Suriye’nin Annan Planı’na bağlılığı devam eder ve provokasyonlar olmazsa şiddet belli düzeye düşerek zamanla siyasi çözüm umudu artar. Yok eğer İran nükleer görüşmelerde bir şekilde olumsuz bir rol oynar ve müzakere yolunu kapatırsa bölge daha da ısınır. Suriye krizi daha da derinleşir. O zaman Annan Planı’na hiç bir tarafın ihtiyacı kalmaz.
Körfez ülkelerinin İran karşıtlığı
Körfez ülkeleri krize başından beri İran karşıtlığının hakim olduğu bir bölgesel perspektifle yaklaştılar. İran’ın Yemen, Bahreyn ve Suudi Arabistan’daki tavrını hasmane bulan Körfez ülkeleri, Suriye üzerinden İran’a ağır bir ders verme niyetiyle işe giriştiler ancak yetersiz güvenlik ve istihbarat alt yapılarından dolayı bu arzularını politikaya çeviremediler. Ayrıca Suriye’nin Selefi bir aşıya olumlu yanıt vermemesi, İslamcı gruplarda ağırlığın Körfezin çok da hoşlanmadığı İhvan ve benzeri hareketlerde kalması Körfez’in Suriye konusundaki hevesini de biraz kırmışa benziyor. Mısır’da İhvan’a karşı Selefileri destekleyen Körfez ülkeleri, Suriye’de muhalefeti yönlendirebilecek benzer bir toplumsal tabana ulaşamamalarının da etkisiyle mali yardım ve risk alma konusunda giderek daha isteksiz bir konuma geldiler.
ABD tutumunu revize etti
Bölge dışı aktörlerdan ABD’nin ise ilk başlardaki tutumunu revize ettiği görülüyor. ABD, seçimlere kadar müdahil olmak istemediği meselede sorunu Suriye olarak değil İran olarak görmeye başladı. İran’ın kontrol edilmesi ve nükleer pazarlıklarda mesafe alınması, ABD yönetiminin hem bölgede Körfez’e ve İsrail’e karşı, hem de içeride seçim döneminde İsrail Lobisi’ne karşı elini güçlendirecek. Eğer Suriye üzerinden İran’dan taviz alınabilirse, Obama Yönetimi savaşa girmeden ekonomiyi kontrol etmiş, bir yandan Mübarek’in düşmesinden beri tedirgin olan Körfez’i rahatlatmış olacak. Bu nedenle ABD’nin kaygısı daha çok iç politika ve Obama’ya ikinci dönemi kazandırmak. Bu noktada Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının ortaklaşması da gündeme geliyor: Her iki ülke de: 1. Suriye’de krizin kontrol altına alınmasını, 2. Savaş çıkmamasını, 3. İran’a saldırı olmamasını, 4. İran’ın da sınırlarını zorlamayarak bölgedeki dengeleri bozacak örtük ancak agresif politikalar izlememesini, 5. Obama’nın iktidarda kalmasını istiyorlar.
İsrail için krizin sürmesi en iyi çözüm
Bölgeye müdahil olan diğer ülkelerden İsrail, en iyi çözüm olarak krizin devam etmesini, mezhep çatışmasının yayılmasını, İran-Türkiye gerilimin artmasını, bunlar olmayacaksa uluslararası askeri müdahale ile para harcayıp risk almadan Esad’dan kurulmayı hedefliyor ya da umuyor. Rusya, soğuk savaştan sonra bölgede kalan son kalesini korumaya çalışırken, daha da önemlisi Libya’dan sonra uluslararası siyasette bensiz iş yapılamaz demek istiyor. Çin de benzer bir yaklaşımla konuya yaklaşıyor.
Tüm bunlar beraber ele alındığında, Türkiye’nin şu ana kadar kazan-kazan politikaları yürüttüğünü, ancak Suriye gibi yönetim karşısında bunun işe yaramadığı andan itibaren zorlayıcı bir diplomasiye geçildiğini görüyoruz. Bu diplomasi bazen risk alacak, bazen de gerilimi yükseltecektir. Son 10 yılda Türkiye’nin pek yanaşmadığı bu tür bir diplomasi için koz oluşturmaya çalışan Türkiye önümüzdeki günlerde Annan Planı’nın ayakta kalmadığı durumda neler olabileceğini göstererek, tersinden Annan Planı’nın ayakta kalmasına çalışacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu planın yaşaması içinse hem İran’ın hem de Suudi Arabistan’ın oyunda kalması ve işbirliği kalması gerek. İşte Erdoğan’ın Cuma günü Suudi Arabistan’a gidip, Cumartesi günü İran nükleer müzakereleri için aynı gün geri dönmesine bu açıdan bakmak gerekir. Bu politikayı eleştirenlerse, ancak Suriye’nin Annan Planı’na sadık kalmasını sağlayacak somut tedbirleri gösterebilirlerse haklılık kazanırlar.
Blog güzel olmuş,tebrikler.Eposta aboneliği kısmını göremedim Nuh Bey.Var mıydı acaba? Eğer yoksa,koysanız da yazılarınız otomatik düşse eposta kutumuza.