Bu yazı 5 Şubat 2012 tarihinde Star Gazetesi’nde yayınlanmıştır.
Bölgeyi yönetilebilir dozda bir mezhep çatışması ile oyalamak isteyen ABD ile mezhep çatışmasını ilkesel olarak destekleyen İran, Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarlarının zaman zaman uyuştuğunu söyleyebiliriz. ABD başkentinde son derece sıcak karşılanan, Obama’ya İran’la ilgili tek kelime olumsuz laf etmeyip Türkiye’den şikayette bulunan Maliki’nin tavrını bu açıdan okumak gerekir.
NUH YILMAZ / George Mason Üniversitesi
Ortadoğu’da sular bir türlü durulmuyor. Arap Baharı ile birlikte başlayan süreç domino etkisi yaratınca, bölgedeki siyasi düzen değişti. 11 Eylül 2001’le başlayan siyasi kriz, 2008’deki mali krizle birleşince küresel bir iktidar boşluğu çıktı ortaya. Bunun Ortadoğu’ya yansıması ise Arap Baharı şeklinde oldu. Arap Baharı ile birlikte yaşanan gelişmeler Ortadoğu’daki bazı fay hatlarını ortadan kaldırdı, bazı yeni fay hatları oluşturdu, bazılarını da yeniden şekillendirdi. Örtük bir savaşın devam ettiği bölgede Arap Baharı sonrası yaşanan depremin yarattığı sarsıntılar daha yeni ortaya çıkıyor. Tüm küresel ve bölgesel güçler kah krizi yönlendirmeye çalışarak kah krizi yönetmeye çalışarak rol kapma kavgasına giriştiler. Şu anda önümüzde gerçekleşen birçok konuşma, atışma, çatışma ve gerilim bu sarsıntıyı hisseden siyasi aktörlerin savunma geliştirme kaygıları, örtük tehditleri ya da yeni dengenin neresinde yer aldıklarını gösterme çabaları. Bu nedenle bölgedeki en ufak gelişmeyi bir süre böyle izlemekte fayda var.
Kimin eli kimin cebinde?
Bu yeni duruma ve gerilime belki biraz kimin eli kimin cebinde diyerek de bakabiliriz. Bu nedenle hangi ülkenin hangi konuya nasıl baktığını belki bir taramak zihin açıcı olabilir: Sıradan gitmek gerekirse, Suriye krizi ile birlikte Türkiye’nin bölgedeki etkinliği sınırlandırılmaya çalışıldı. Elbette tek sonuç bu değil. Ya da Suriye’de yaşananlar bir komplo değil. Ancak bu gerilimi fırsat bilen aktörler, Suriye’deki iç savaşı Ortadoğu merkezli bir mezhep kavgasına çevirmeye çalıştılar. Dahası, bunda kısmen başarılı da oldular. Mezhep savaşının kazananları, siyasetlerini mezhep, üzerine kuran aktörlerdir. Şu an için buna karşı çıkan ülke Türkiye olduğundan, Suriye krizinin devam etmesi Türkiye’nin aleyhinedir. Hangi aktörün ne kazandığı bile Türkiye için daha sonra gelen bir seçenektir. Şu halde Türkiye’nin krizi durdurabilecek ya da bitirebilecek tüm aktörlerle pazarlık etmesini beklemek şaşırtıcı olmaz. Aynı şekilde mezhep savaşını isteyen aktörler arasında da bir çıkar birliğinden bahsetmek mümkündür.
İran – Irak hattı…
Bölgeyi yönetilebilir dozajda bir mezhep çatışması ile oyalamak isteyen, mezhep çatışmasını da bunun aracı olarak gören ABD ile mezhep çatışmasını ilkesel olarak destekleyen İran, Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarlarının zaman zaman uyuştuğunu söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan ile Irak Başbakanı Maliki arasında devam eden gerginlik de işte tam bu mücadelenin bir enstantanesi olarak okunabilir. ABD başkentinde son derece sıcak karşılanan, Obama’ya İran’la ilgili tek kelime olumsuz laf etmeyip, Türkiye’den şikayette bulunan Maliki’nin tavrını bu açıdan okumak gerekir. ABD, Maliki Yönetimi ve İran, Irak’ın geleceği konusunda ortak hareket eder konuma gelmişlerdir. Maliki’nin büyük bir özgüvenle Sünni lider Tarık Haşimi’yi tasfiye etmesi de Türkiye’ye karşı yapılan bir hamledir. Tüm bu tavırların arkasında ise Türkiye’nin Suriye’de İran’la karşı karşıya gelmesi var. Bu denklemde Türkiye, İsrail ile Suudi Arabistan’ın belli konularda aynı noktada yer aldığını da görmek gerekir. İsrail ise bir yandan Kürt aktörlerin güçlenmesi, bir yandan da Irak’ın tamamen İran’ın eline geçmemesi için çabalıyor. Türkiye açısından yüzyıllarca yönettiği Basra ve Bağdat eyaletinin İran’a kaptırılmaması Körfez’de söz sahibi olmak için stratejik önemi haiz. Zira Türkiye için Körfezin ve dahası Hint Okyanusu’nun kapısı Irak. Bu nedenle Kürtlerin ve Sünnilerin güçlendirilmesini Türkiye’nin siyasetinin temelini oluşturuyor. Suudi Arabistan ise Sünni bir Arap Devleti’nin Şii iktidara kaptırılmasını istemediği için Maliki karşıtı cepheyi paylaşıyorlar. Yine İran’la birlikte hareket eden ve uzun yıllar Suriye’de sürgünde yaşayan Maliki’nin Esad Yönetimi’ne destek olmak için Suriye’ye milis göndermesi de aynı şekilde okunabilir.
Direniş hattı mezhep hattı oluyor
Bu gerilimin bir başka ayağı ise bir süredir merkezi Şam’da bulunan Sünni direniş örgütü Hamas’ın merkezini Suriye’den Katar’a götürmeye çalışması. Bu gelişme Ortadoğu’nun 30 yıllık fay hattı olan “direniş/mukavemet” merkezinden mezhep gerilimine doğru kaydığının en somut işaretlerinden. Zira geçen yıla kadar bölgede Batı yanlısı ve direniş yanlısı şeklinde ayrılan aktörler, artık mezhebe göre ayrılmaya başlıyor. Siyasetin büyük böleni, Alevi Esad, Şii Nasrallah ve Sünni Meşal’i bir araya getiren, bu aktörleri Türkiye ve İran’a yakınlaştıran İsrail’e karşı direniş cephesi olmaktan çıkıyor. Aslen mezhepçi yaklaşımlara en fazla mesafeli İslamcı hareketlerden biri olan Hamas liderliği bile, Suriye’de kendisini güvende hissetmediğini, mezhep böleninin siyasete galebe çaldığını göstermiş oluyor. Elbette bunun arka planında Hamas’ın Suriye’deki iç savaşa dahil olmayı reddedip, buna karşılık İran tarafından Hamas’a giden mali yardım musluklarının kapatılması gibi bir arka plan da var. Ancak şu anda siyasetin asıl böleninin mezhep farklılığı olduğu Hamas tarafından bile açıkça kabul ediliyor. Bunun bir başka yansıması ise Şii direniş örgütü Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın, partisi Esad rejimine destek olduğu için Arap kamuoyunda ilk defa imaj kaybına uğraması. İsrail’in yıllarca yapamadığını, Esad yanında yer alarak Nasrallah kendi kendisine kısa zamanda yapmış oldu.
İsrail iç savaştan memnun
Suriye’deki gelişmelerin en çok memnun ettiği ülke olan İsrail ise Suriye’deki iç savaşın sürmesinden oldukça memnun. Hatta bu iç savaşın sürmesi için Sünni silahlı gruplara destek de vermeye hazır. Zira Suriye üzerinden İran ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmeye çalışan İsrail, böylece iki bölgesel rakipten aynı anda kurtulmaya çalışıyor. Savaşın sürmesinden ise İsrail’in başlıca bir kaç çıkarı olduğunu söyleyebiliriz: Savaşan taraflara savaş sırasında yarım edip onları tanıyarak ani bir yönetim değişikliğine hazırlıksız yakalanmamak, silah satışı ve kaçakçılıktan maddi gelir temin etmek ve düşmanları birbirine kırdırmak ve elbette savaş sürdükçe artacak gerilimle kendisini kenara çıkaracak bölgesel gerilimi yönetmek. Bu nedenle de İsrail kaynaklarının sadece pasif olarak değil, aktif olarak tarafları yanlış bilgilendirerek, dezenformasyon kampanyaları ile taraflar arası düşmanlığı artırmaya çalışmasına şaşmamak gerekir. Öte yandan Suudi Arabistan ve Katar’ın mezhep gerilimi temelli dış politikasında yetersiz kaldığını gören İsrail, bu nedenle de Türkiye’yi bu ülkelerle de karşı karşıya getirmeye çalışarak, Türkiye’yi açmaza sokmaya ve nihayetinde savaşa katmaya çalışıyor.
Washington’ın yeni bölge siyaseti
ABD ise Ortadoğu’da kendisine fazla alan bulan Türkiye’nin bu krizlerle oyalanmasından memnun olmanın yansıra, Türkiye’nin bu krizle birlikte Batı’ya yaklaşmasından da oldukça hoşnut görünüyor. Son bir kaç yıldır başta İran’ın nükleer programı ve Gürcistan Savaşı sonrası Türk-Rus ilişkileri olmak üzere, Washington Türkiye’yi kaybetme tedirginliği yaşıyordu. Ancak Türkiye’nin Füze Kalkanı konusundaki tavrı ABD’yi rahatlatmıştı. Türkiye’nin güçlendiği zaman kendi siyasetini takip etmeye çalışacağının ortaya çıkması ise devam eden bir kaygı Washington için. ABD için olayın bir başka boyutu ise başkanlık seçimleri. Zira 2012’de ABD’nin her hareketi Kasım ayındaki seçimler düşünülerek atılacak. Arap Baharı sonrasında ABD’nin Ortadoğu siyasetini iyi okuduğunu ve elini fazlasıyla iyi oynadığını görebiliriz. İsrail’in ürettiği maliyeti taşımakta zorlanan ve sürekli bu pozisyonu nedeniyle maliyet ödemek zorunda kalan ABD, Arap Baharı ile birlikte dikkatlerin İsrail’den Suriye ya da İran gibi kendi muhalifi ülkelere yönelmiş olmasından hayli memnun. Bush döneminde Ortadoğu’daki askeri varlığına mukabil, diplomatik olarak esamisi okunmayan ABD, Suriye üzerinden Şii tehdidini sürekli gündemde tutarak, Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e müdahalesine yeşil ışık yakarak hem petrol zengini Körfez ülkelerinin sadakatini temin etmiş oldu, hem de İsrail konusundaki olumsuz eleştirilerden kurtuldu. Öte yandan bölgede kendi adına iş yapmaya çalışan Türkiye’yi, abartılı bir Şii tehdidi algısı yaratarak bir yandan Körfez ülkelerini kaybetme tehdidi ile ehlileştirmeye çalışan ABD, bir yandan da Türkiye’yi Fransa ile karşı karşıya getirerek dolaylı tavırlarla Türkiye’nin alanını daralttı. Türkiye ile sorun bazlı dinamik bir ittifaka giren ABD, Mısır, Tunus ve Libya örneklerinde Türkiye’nin katkılarından istifade etti, hem de Suriye ve İran konularında Türkiye’nin etkisi ve ağırlığından yararlandı. Böylece de Türkiye-İran gerilimini başarıyla yönetmiş oldu.
Yeni aktörler yeni siyaset
Yine ABD’nin bölgedeki alan daraltma siyasetini, özellikle İngiltere’nin de yardımıyla BAE ve Katar gibi siyaseten küçük ancak mali açıdan ve medya gücü açısından büyük ülkelerin öne çıkarılması üzerinden yönetmesi de başarı hanesine kaydedilmeli. Benzer bir şekilde, ABD’nin bir başka başarısı da bir yıl öncesine kadar işe yaramaz ve etkisiz bir örgüt olan Arap Ligi’ni yüceltmesine dikkat edilmeli. Arap Ligi üzerinden Ortadoğu’daki askeri müdahalelere ve siyasi baskılama operasyonlarına meşruiyet oluşturan ABD, bir yandan da Arap Ligi ile Ortadoğu siyasetini Arap parantezine alarak Türkiye’yi psikolojik ve nominal olarak dışlamış oldu. Bir başka deyişle, Arap Ligi bir yanıyla bölgedeki ABD siyasetine meşruiyet kaynağı olurken, bir yanıyla da Türkiye’yi gelişmelerin dışında tutarak oldukça kullanışlı olduğunu ispatlamış oldu. Arap Ligi’nde etkili ortaklar olarak inisiyatifi ele alan Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıkması, ABD’nin, bu ülkeleri Ortadoğu siyasetinde Türkiye’ye karşı denge unsuru olarak kullanmak için güçlendirme siyasetini de desteklemiş oldu. Bu çerçevede ABD’nin bölge politikasının çoğaltılmış bölgesel güçlerin karşılıklı sürtüşmesi ile alan açma olduğunu söyleyebiliriz. ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın da Suriye’ye NATO müdahalesine tavır alması, asıl ABD siyasetinin bu tür bir dengelemeye doğru evrildiğini gösteriyor.
Leave a Reply